Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde:
“92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar
aktarılmaktaydı:
“Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının
karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930 yılında devlet tarafından el
konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan
Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]
Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki; elbette, Anayasa
Mahkemesi’nin, gecikmeli de olsa, devlet zoruyla gasp edilen bu mülkün,
sahiplerine iade edilmesi yönündeki kararı olumlu ve önemlidir.
Bu kararın özel önemi; TC. Devleti’nin
doğrudan zorbalığının, gaspçılığının, azınlıkların sermaye ve mülklerine
çökmesinin, kendisi de bir devlet kurumu olan Anayasa Mahkemesince,
tescillenmiş olmasındadır.
Denilebilir ki; asla tekil bir örnek olmamakla
birlikte, ama yine de Sansaryan Han’ın ‘özel öyküsü’, TC. Devleti’nin
neme nem bir öz karaktere sahip olduğunun da çarpıcı bir örneğidir. Hiçbir
hak-hukuk tanımadan, “fakir öğrencilerin eğitim masraflarının karşılanması”
hizmeti gören bir vakıf malına, hiçbir vicdani değer taşımadan, el koyup gasp
edeceksin ve sonrada burayı devletin resmi işkence hanesi olarak, “devletin
bekası” ‘ulvi amacı’nın hizmetine sunacaksın!..
İşte budur, kuruluşundan itibaren kesintisiz bir
şekilde devam edegelen bu zorba, bu kan emici faşist devletin öz karakteri!..
Anayasa Mahkemesi, aldığı bu kararla bunu, “resmi
ağız”dan da itiraf ederek, onaylamış oluyor. Bu bakımdan da ayrıca bir önem
taşır.
İnternette, “Sansaryan Han” yazıp, kısa bir arama
yaptığınızda, karşınıza şu tür başlık ve yorumlar çıkıyor:
- “Adı işkencelerle anılan Sansaryan Han...”
- “...Ünlü Sansaryan Han(….) sonraları MİT tarafından
kullanılmış, işkence denince akla gelen isim olmuştur.”
- “El konduktan sonra yıllarca İstanbul Emniyet Müdürlüğü
olarak kullannılan tarihi Sansaryan Han, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Ruhi Su,
Hikmet Kıvılcımlı, Aziz Nesin, Mihri Belli (ve elbette Sevim Kalkavan Belli
bn.), Deniz Gezmiş, Vedat Türkali’nin de, Alparslan Türkeş’in de işkence
gördüğü ‘tabutluk’larıyla tanındı...”
- “Atilla İlhan ise, ‘Tutuklunun Günlüğü’ şiirinde Sansaryan
Han’ı şöyle anlatıyor:
“... / Daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında/
didiklemez mi özgürlüğünü Sansaryan Han’ında/ küflenir suyun bir bakır çalığı
birikir ağzında/ kendini öldürmeyi belki bin kere tasarlarsında/ bir kere
aklından geçmez bitirmeden ölmek şarkıyı.”
Evet, nasıl ki şarkıyı bitirmeden ölmek aklımızdan geçmezse;
Anayasa Mahkemesi’nin kararına atfen gazetenin başlığında kullandığı “Sansaryan
Han için tarihi karar” ifadesinin de aslında nihai ‘son söz’ olmadığını, bunun
sadece, “mülkiyet hakkının ihlali” ile sınırlı bir karar olduğunu, Sansaryan
Han’ın gerçek öyküsünün itinayla es geçildiğinin; sorulması gereken bu
esas hesabın sorulmadığı bir kararın da asla “tarihi bir karar”
olamayacağını aklımızdan çıkarmayacağız. Ve ancak bu hesap sorulduğunda,
Sansaryan Han’a ilişkin, “tarihi karar” hükmü kurulmuş olabilecektir.
Ve o zaman geniş kamuoyu da bilecek ki; Sansaryan Han
işkence hanesinde sadece yukarıda isimleri anılan, kamuoyunca yakinen bilinip
tanınan öne çıkmış siyasetçi, sanatçı ve devrimci/solcu kimi şahsiyetlere
işkence yapılmamıştır; binlerce, evet binlerce muhalife, binlerce emekçiye,
binlerce sol-sosyalist-komünist devrimciye ve hatta yüzbinlerce ‘adli vaka’
zanlısı kişiye günlerce, haftalarca ve bazen aylarca süren hunharca/gaddarca
işkenceler hep yapıla geldi. Yüzlercesi sakat bırakıldı ve onlarcası da işkencelerle,
bir şekilde katledildi... Bunların hesabı sorulmadan; Sansaryan Han işkence
hanesi, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı söz konusu kararla da, ‘beş yıldızlı
otel’ olarak yaftalamasıyla da, o kanlı-irinli ‘ünlü tarih’i geçmişinden
asla yakasını sıyıramayacaktır.
Bugüne değin, Sansaryan Han’da yapılan işkencelere dair
anlatımlar, esasen, 1975 öncesi döneme dairdir. Oysa, özellikle de 1980 Askeri
Faşist Darbesiyle birlikte burası, daha uzun yıllar, devletin aktif bir resmi
işkence merkezi olarak kullanılmaya devam edildi. Bu süreçte yapılan işkence ve
işlenen cinayetler, es geçilemeyecek kadar önem arz eder Sansaryan Han işkence
hanesi tarihinin anlatılmasında.
Sansaryan Han işkence hanesi tarihinde işlenen ilk siyasi
cinayet de işte bu süreçte işlendi: SÜLEYMAN CİHAN’ dı katledilen... Yıl
1981... Aylardan Temmuz... İşkence hanenin müdürü ise; şu meşhur “bin tuğla”cı
Mehmet Ağar’dı.
Süleyman Cihan, TC. Devleti tarafından, haklarında “vur
emri” alınarak, duvarlara afişleri yapıştırılan onlarca devrimciden biriydi. Ve
o, aynı zamanda, TKP/ML Genel Sekreteri olarak da tutuklama kararıyla aranan
biriydi.
İşkenceci güruhu saymazsak, Sansaryan Han işkence
hanesinde onu sağ olarak gören en son kişi, sanırım benim...
***
1981 Ocak’ında tutsak edilip, o dönemin en popüler
işkence merkezi olan İstanbul Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde, bir ayı
kesintisiz olmak üzere, toplamda üç aylık ağır işkencelerden geçirildikten
sonra, sırasıyla; Selimiye Kışlası ve Sultanahmet Hapishanesi’nde de şahsıma
özel olarak, günlerce süren “hoş geldin” işkencelerine maruz kaldım. Derken,
nihayet ben de diğer tutsaklar gibi, ‘normal hapishane yaşamı’na geçebildim.
Ancak bu, pek uzun sürmedi; “idarede görüşmen var” denilerek, koğuştan
çıkarılıp, kaçırılırcasına bir korsanlıkla; “2.Şube” olarak
andığımız Sansaryan Han İşkence merkezine götürüldüm.
Bu korsan muamelenin gereği neydi, henüz
öğrenememişken; işkence hanenin en üst katına çıkarılıp, küçük boş bir
odaya tıkıldım... Odada, ‘mobilya’ adına, sadece kırmızı bir bank ve çelik
bir dolap vardı. Banka oturtup, ellerimi ve ayaklarımı yanlara doğru ayırarak,
bankın ayaklarına kelepçelediler. Yani dört kelepçeyle, o banka adeta
çivilediler bedenimi. Ardından, kanı- irinli çok pis, iğrenç bir bez parçasıyla
gözlerimi ve yetinmeyip, aynı şekilde kulaklarımı da kapattılar.
Şok etkisi yaratacak böylesi ‘anormal’ uygulamalarla,
besbelliydi ki gözdağı vermek ve galiba birazda eğlenmek istiyorlardı... Bunun
ayırdında ve bilincinde olduğumdan ve de düşmanımı, şahsım özelindeki beş aylık
fiili uygulamalarından bizzat ve doğrudan tanıdığımdan; tepkisizce öylece
duruyordum.
Sonra farklı bir hareketlilik başladı. Kafamdan aşağı
geçirerek, omuzlarıma bir şey oturttular... Ama nasılda ağır öyle, bedenimi
çökertiyor resmen.
Öylece kalakaldım... Bir süre sonra vücudumun şişmekte
olduğunu, el ve ayak bileklerime gömülen kelepçe demirlerinden hissediyordum.
Denir ya; ‘ciğerlerine kadar işleyen”, müthiş bir acı... Aradan kaç saat geçti
bilmiyorum, ama sanırım sabaha karşıydı. Davudi, buyurgan bir ses:
“Bu da kim lan oğlum? Niye böyle her yerinden bağlı? O
devasa battal merdiveni ne diye boynuna geçirdiniz lan oğlum?” (Böylece anladım
ki bedenimi çökerten o şey, bir merdivenmiş!)
“Amirim” diyor biri, ‘resmiyet’ mecburiyetinin gereği
olan ‘saygıyla’, “bu, şu meşhur TİKKO’cu Proleter!..” diyerek, amirinin
sorularına yanıt vermeye çalışıyor.
“Haaa!..” diyor amirleri. “Ama oğlum, Proleter de
olsa o, biyolojik bir adam mı ki (artık ne demekse) taktığınız o dört kelepçe
yetmiyor da bir de o merdivenle sabitlemişsiniz adamı!.. Derhal kaldırın şu
merdiveni... Kelepçeler de bileklerine gömülmüş, kangren mi yapmak istiyorsunuz
adamı?.. Çabuk gevşetin şunları!.. Ayaklarındaki kelepçeleri ve kulaklarına
bağladığınız o bezi de çıkarın!” dedi ve ekledi:
“Bildin mi beni Proleter? ‘İşkenceci/katil polis şefi’
diyerek öldürmek istediğiniz Ahmet Ateşli’yim ben... Öldürmeyen Allah
öldürmüyor işte; bak iyileşip geldim, görevimin başındayım yine... Sen bizim
çocukların da kusuruna bakma, tedbiri biraz fazla abartıp, seni hayli sıkıntıya
sokmuşlar. Halden anlarsın sen, onlar emir kulu, kendilerine söyleneni
yapıyorlar.” dedi.
(Elbette Ahmet Ateşli’yi gıyabında çok iyi tanıyordum.
O, meşhur bir polis amiriydi. Meşhur olmasını, amiri devletin kendisine verdiği
‘kutsal vatani görev’ olan, bir sorgu yöntemi olarak işkenceciliği, çok mahir
bir şekilde uygulamasına borçludur. Ve o aynı zamanda, azılı bir anti-komünist
olup, birçok devrimcinin katledildiği operasyonların as elemanlarındandı... En
son, 1980 ortalarında, İstanbul’da, MLSPB’li devrimcilerin katledilmesinde
görev üstlenmişti... MLSPB militanları da meşru misilleme haklarını kullanarak,
pusuya düşürüp vurmuşlardı... Yukarı da kast ettiği de buydu.)
‘Kendilerine söyleneni yapanlar’, yine kendilerine
söyleneni yaparak; merdiveni, ayaklarıma vurdukları kelepçeyi ve kulak bağını
çıkardılar. Ve tabii ki bayağı bir rahatladım... Ahmet Ateşli’nin uygun
gördüğü; iki kolumla banka bağlı tutulma ve gözlerimin bağlı olması hali, orada
alıkonduğum 37 gün boyunca, değişmeksizin kaldı. Yemek verdiklerin de bile,
sadece bir kelepçeyi açıyorlardı.
Yazın o kavurucu sıcağında, çoğu kereler ve uzun
süreler susuz bıraktılar. Hem de benim için getirdikleri küçük bir bidon su,
bankın altında duruyorken; onca seslenmelerime rağmen, gelip de veren olmazdı
çoğunlukla. Bir tek, “gözden kaçmış” tek tük sol eğilimli ve
demokrat kişilerin nöbetçi oldukları zamanlarda nispeten daha kolay
karşılanırdı su ve tuvalet ihtiyacım.
Bağlı tutulduğum odayı, işkence yaptıkları odadan
sadece ince bir duvar ayırıyordu. Kapıları da birbirine adeta bitişikmişçesine
yakındı. Böyle olunca da onlarca insana yapıkları işkencenin, doğrudan “kulak
misafiri” pozisyonundaydım: O çığlıklar, o acı acı feryat ve iniltiler,
işkencecilerin o galiz küfürleri, adi/aşağılık şakaları, rol yapışları ve
yaptıklarından aldıkları haz ile attıkları kahkahaları, insanları aşağılayıcı
envai türden iğrençlikleri, adli vakalardan insanların yalvarıp yakarmaları,
kimilerinin ise düştüğü onursuzca yalakalıkları vs. vs. Bunların her birini,
mecburen dinliyor ve haliyle de zorunlu tanığı oluyordum maalesef ki. (Herhalde
ya delireyim istiyorlardı ya da onlar için bunda bir anormallik yoktu; öyle ya,
kendileri delirmedikleri gibi, tam aksine haz da alıyorlardı.)
Yakalayıp getirdikleri gençten adli bir insanın
verdiği tepkilerse; o koşullarda, acı acı da olsa, gülümsetmişti beni: Odaya
soktuklarında, sürekli olarak kendisinin suçsuz ve masum olduğunu, yaptığı söylenen
şeyle bir alakasının olmadığını tekrarlayıp duruyordu. Birileri, azarlayarak,
susmasını ve derhal soyunmasını, kilotu dahil, üzerindeki tüm giysileri
çıkarmasını söyleyince; genç adam panikledi, afalladı: “Ne diyorsun abi ne
soyunması, ne anadan üryan...” demekteyken; “kes lan karı gibi vıdı-vıdı
yapmayı da, çabuk denileni yap!” diyerek, azarlayıp sözünü kesti işkenceci.
Bu arada pata küte
yumruk ve tekme sesleri ve bunlara verilen gayri ihtiyari sözel tepkiler
gelmeye başladı. Ardından başka bir safhaya geçtiler, tam olarak ne olduğunu
anlamaya çalışırken; “Abi bu ne ya, beni İsa gibi çarmıha gerdiniz (demesiyle,
çarmıha gerip, askıya alacakları da anlaşılmış oldu.) böyle ne
yapacaksınız ki?” deyince, kalabalık, ‘hayvani’ gülüşleriyle; “birazdan ananın
...nı görünce, ne olduğunu da, ne yaptığımızı da anlayacaksın, ..cık
herif. İyilikten anlamadın, bunu sen kendin istedin, bizden günah gitti.”
deyip, bir hamle yaptılar. Ardından da “Biz gidiyoruz, konuşmaya karar
verdiğinde, seslen gelip seni indirelim.” deyip, kapıyı açıp kapattılar ve ayak
sesleri duyuldu. Numara mı yaptılar, ya da bir kısmı gitti de bir kısmı orada
mı kaldı, bilemiyorum.
Delikanlı bir süre acı acı inledikten sonra (ki,
yüzlerce kez maruz kaldığım çarmığa gerili askı işkencesinin nasıl tarifsiz bir
acı verdiğini, hele ki askıdayken, birde ayaklarınıza ekstran ağırlıklar
bağlandığında ve elektrik verildiğinde, mislince artan o acıyı çok iyi
bildiğimden; delikanlının acı inlemelerini anlayabiliyordum.) Birden, boğuk ve
ama acı bir sesle: “İmdaaat!.. İmdaaat!.. Burada adam öldürüyorlaaar!” demesin
mi?
Tamda şu, “güleriz ağlanacak halimize” misali bir
durumdu. Yardım alabileceği hiçbir yere ve hiçbir kimseye duyuramayacağı kesin
olan bu saftirik aman dileme, “güler misin ağlarmısın” ikileminde, acı acı
gülümsememe neden olmuştu... “Sık dişini, korkma ölmesin; birazdan gelip
indirirler seni.” diyebildim sadece. Duydu mu bilmiyorum, ama sessizce
bekleyişe geçti ve bir süre sonra da gelip indirdiler zaten.
***
Artık Temmuz’un “son düzlüğü”ndeydik; üçte ikilik
bölümü geride kalmıştı... Örgütün İstanbul yapılanmasından alınan ve tıkış
tıkış, o daracık hücrelerde tutulan 45-50 kişilik kalabalık grubun günlerce
süren ağır işkenceleri nihayet bitmiş ve artık yazılı ifadeleri hazırlanıyordu.
Bunların arasında, dışarıda birlikte örgütsel faaliyet yürüttüğüm
arkadaşlarımda vardı. Meğerse beni de bu sebepten ötürü buraya
getirmişlermiş... Oysa bir yüzleştirme gerekiyorduysa, bunu mahkeme zaten
yapacaktır. Hadi diyelim ki poliste de yapmak istediler; bu, taş çatlasın, bir
günlük bir işti... Sahi, peki beni, günlerdir bu halde tutmalarının gereği
neydi ki?!..
O güne kadar, yakalananlar arasında henüz bir Merkez
Komite üyesi yoktu ve bir bakıma bu, sevindiriciydi elbette... Fakat o gün,
işkenceciler ‘müjdeli’ bir bilgiye ulaşmış olmalıydılar ki; pek neşeli ve pek
heyecanlı bir halleri vardı.
Ortam, kısa bir süreliğine sessizleşti. Sonra birden,
‘it sürüsü’ misali, şamatayla koridora doluşu verdiler. Belliydi ki
‘av’dan dönüyorlardı ve elleri de boş değildi... Nitekim boş olmadığı ve ele
geçirdikleri kişinin de çok iyi bilip tanıdıkları, bir dönemin miting ve
yürüyüşlerinin meşhur ajitatörlerinden de olan, MK üyesi Brütüs olduğu, ismini
zikrettiklerinde anlaşılmış oldu.
“Ya Brütüs, biz seni gökte ararken, yerde, Kabataş
İskelesi’nde bulduk. Gözümüzde çok mu büyütmüşüz, ne dersin? Çekirge misali
ha!... Gerçi sen biraz fazla zıpladın, hakkını yemeyelim. Neyse, filim koptu ve
artık elimizdesin; buranın kurallarını biliyorsun: Ya akıllı davranmayı tercih
eder, kendini boş yere ezdirmeden, efendi-efendi her şeyi anlatırsın; yada yine
çok iyi bildiğin tezgahlar senin için de işler ve anacığının ..cığını
boylarsın. Sana iki dakika düşünme payı veriyorum.” dedi, işkenceci başlarından
bir yetkili. Brütüs, yanıtını anında verdi: “Örgütsel faaliyetlerime
ilişkin size anlatacak bir şeyim yok.” deyip sustu.
“Öyle mi?” dedi işkenceci. “Oğlum şu taşak buran
neredeyse çağırın hemen buraya gelsin; müşterisinin acelesi varmış.” dedi.
İşkencecilerin bir de ünlendikleri böylesi özel
‘uzmanlık’ dalları vardı işte... Taşak buran da bunlardan biriydi. Karslı, eski
bir gece bekçisi emekçisiydi. 2. Şube’nin işkenceci ekibine terfi ettirilince,
herhalde ki köy yaşamından feyz alarak, kendisine özgü bir işkence metodu
geliştirmek istemiş olmalı. Boğaları hadım ederlerken, hayvanın taşaklarını,
özel olarak geliştirilmiş bir kıskaç arasına sıkıştırarak büker ve ezerler.
Hayvanın çektiği acı tarifsizdir. Zapt edebilmek için bağlar ve birçok kişi
üzerine çöker... İşte bu tarz bir işkence metodunu uygulamaya koyar ve kısa
sürede de “taşak buran” ünvanına erişir.
Taşak buran, Brütüs’e tam olarak nasıl bir muamele
çekti bilmiyorum, ama birkaç dakikalık kısa bir mesai ile, ününe ün
kattığı kesindi: “Koskoca MK üyesi Brütüs’ü bülbül gibi öttürdü herif.”
diyerekten. Keza yüklüce bir prim alacağı da kesindi. Evet, işkencecileri, daha
pervazsız kılmanın bir aracı olarak, başarıları nispetinde, parasal ödülle
mükafatlandırıyorlardı da.
Brütüs, acıya yenik düşmüştü maalesef ki. Artık,
‘kendini ezdirmeden, bildiklerini veya anlatılması istenenleri, efendi-efendi
anlatma’ tercihinin gereğince davranacaktı.
Bu arada evine operasyon düzenlenmiş ve hayat arkadaşı
kadın da getirilmişti. Oysa çok iyi biliyorlardı ki; kadının aktif örgütsel bir
faaliyeti yoktu. Ama bunun bir önemi de yoktu işkenceciler için; önemli olan
tek şey, her şeyi bir işkence aparatına çevirip kullanmaktı.
Brütüs ile ‘efendi-efendi konuşma’yı başka yerde
yaptıklarından; neler anlattığı hakkında bir bilgi sahibi değilim. Ancak,
alacaklarını almış olmalılar ki; artık üzerinde durdukları tek konu Süleyman
Cihan’dı:
“Oğlum yolu yok, Süleyman Cihan’ı bize vereceksin;
başka kurtuluşun yok!” diyordu sorgucu başı. Brütüs biraz kemküm ettikten
sonra; “Süleyman ile bu aralar bir randevum yok. Nerede olduğunu da bilmiyorum.
Onunla eşimin kontağı var, bilirse o bilir.” dedi. (Yakın akraba olduklarından,
aralarında böylesi bir ‘ailevi’ ilişki vardı.)
Fakat kadın arkadaş Brütüs’ün bu söylediklerini
reddetmiş olmalı ki; sorgucu başı, Brütüs’e; “Karın inkâr ediyor senin
söylediklerini. Konuş ikna et, bırakalım evine gitsin.” dedi.
Brütüs kadını ikna etti mi ve bıraktılar mı
bilemiyorum. Sonraki bir zamanda, bir öğle vakti, yine ortalık hareketlendi.
Heyecanla Brütüs’ten bilgi istiyorlardı: “Nereden, hangi yoldan gelir bu adam,
bunu bilse- bilsen sen bilirsin.” diyordu, operasyonun başındaki yetkili.
Belliydi ki bir bilgi almışlardı. Muhtemelen de kadın
ile Süleyman Cihan’ın o gün görüştüğü bilgisiydi bu. Ama nerede buluştukları
bilinmiyor olmalı ki; bunu Brütüs’ten öğrenmek istiyorlardı.
Gayet soğukkanlı bir şekilde, verdiği yanıt aynen
şöyle olmuştu: “Muhtemelen yolcu otobüsüyle, Trakya’dan İstanbul’a
gelecektir.”
Ve böylece, bir devlet politikası olarak işkencenin temel ve
tek sorgulama metodu olarak kullanıldığı bu ortamda; kişilere, canlarını
kurtarmaları karşılığında, başkalarını ele verme onursuzluğu ve bir kara
lekeyi, bir ömür boyu anlında taşıma sefilliği dayatılıyordu... Brütüs’e
dayatılıp, kabul ettirilen de buydu... Sistem böyle kurgulanmış ve böyle
işliyordu. Ve tabii, bir büyük riyakarlık örneği olarak; yazılı ifade
tutanağının değişmez klişe ilk cümlesi ise, hep ve her daim şöyle başlıyordu:
“Hiçbir baskı altında kalmadan, tamamen kendi hür irademle...”
Brütüs’ten aldıkları bu yanıtla, çekip gittiler.
Onların gitmesiyle, ortalık yine sessizliğe gömüldü... Sanırım saat 15:00
sularında, yine ve ama daha büyük bir coşku şamatasıyla geri döndüler...
Belliydi kialmışlardı Süleyman Cihan’ı.
Bir öğretmen adına düzenlenmiş, sahte kimlikteki
adıyla hitap ederek: “Hoş geldin” diyordu, sorgucu başı. “Yıllarca peşinde
koşturdun devletin onca memurunu. Afişlerini bile yapıştırdık, sokaklarda köşe
başlarına ve garlara. Çok uğraştırdın bizi, ama nihayet elimizdesin işte...”
diyordu, üstenci-kibirli bir edayla.
Bu tür kışkırtıcı söylevler karşısında bir süre
sessiz kaldıktan sonra, şu sözlerine tanık oldum: “Bırakın oyun oynamayı, bana
sahte isimle hitap etmeyi. Süleyman Cihan olduğumu çok da iyi biliyorsunuz.
Evet, ben Süleyman Cihan’ım... Bu beyanım dışında, size söyleyecek hiçbir şeyim
yok!” deyip, sustu.
Bunu bekliyor muydu sorgucu başı (veya başları)
bilemiyorum; fakat, bir profesyonelin sakinliğiyle, şöyle dedi: “Pekala!..
Tamam, istediğin gibi olsun Süleyman Cihan.”
“Papaz rolü” oynayan ekip sessizce aradan çekilip;
sahneyi hemen, “cellat rolü”nü oynayacak fiziki işkence ekibine bırakmıştı.
Çok net ve kararlı bir restle karşılaşmış olmalarının
da verdiği hırsla; çok, ama inanılmaz derece çok ağır ve yoğun bir şekilde
yüklendiler. Kesinlikle o anda onlar, sahici insan görünümlü birer işkence
robotuydular. Tek kelimeyle benlikleri sadizmin işgalindeydi ve “götürü iş
almış”ların gayretiyle, soluksuzca “çalışıyor”lardı.
Süleyman Cihan’ dan ise, sadece arada bir, ağır
iniltiler duyuyordum. İlginçtir, devlet açısından da çok önemli olan
TKP/ML gibi bir örgütün Genel Sekreteri ellerinde ve ama ona yönelttikleri
tek soru şuydu: “Sende, içi Alman Markı ile dolu yeşil bir valiz var; onu bize
vereceksin.”
Görünüşte, bütün o ağır ve yoğun işkence bunun için
yapılıyordu... Dört-beş saat kadar sürdü bu iğrenç ve kirli emekli, parasal
‘mesai’leri. Yorulmuş ve açıkmış olmalılar ki, ara verdiler.
Bir süre sonra, bir-iki kişi yanıma geldi: “Duydun mu
Proleter, sorumlun Süleyman Cihan’ı da aldık; elimizde şu an? Görüştürelim mi
sizi, ister misin?” dedi, içlerinden biri.
“Biliyorum burada olduğunu ve kendisine işkence
yaptığınızı... Evet, elbette görmek isterim onu.” dedim.
Bunun üzerine, kelepçeleri çözüp, yan odaya
götürdüler. Orada gözbağını da çıkardılar. Odada loş bir ışık vardı... Süleyman
Cihan çok bitkin bir vaziyetteydi; adeta bir külçe gibi, yere yığılmış,
sırtını dayadığı duvardan aldığı destek ile, öylece duruyordu.
“Merhaba yoldaş. Nasılsın?” dedim. O bana,
“Esmer”derdi hep. “Merhaba Esmer. Kaygılanma, iyiyim.” dedi, feri zar zor belli
olan gözlerinde ve sesindeki olanca sıcaklığıyla.
Bu görüştürmeyi sağlayanlar, artık bunla neyi görmek
veya anlamak istemişlerdiyse; “Tamam, bu kadar yeter.” deyip, koluma girerek,
odadan çıkardılar.
O gece (hafızam beni yanıltmıyorsa, 28 Temmuz’u 29’a
bağlayan geceydi.) tam olarak ne olmuştu, bilmiyorum. Sabah uyandığımda sadece
hücrelerin açılıp kapanan kapı sesleri ve tuvalete götürüp getirilen
arkadaşların ayak sesleri ve konuşmaları vardı. Bunun dışında hiçbir bağırtı
çağırtı, İşkence sesi yoktu... Beni tuvalete götürmeye gelen görevliye,
Süleyman Cihan'ın nerede olduğunu sordum. “Onu Gayrettepe’dekiler gelip
aldı. Yani o artık bizde değil.” dedi.
Yanıtı mantıklı olduğu için, bir şey demedim. Bu
mümkündü çünkü. Ne de olsa İstanbul'da siyasi sorgulamaların ana merkezi
Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü idi. Süleyman Cihan'ı onların almış olma
olasılığı, bu yüzden hayli yüksekti.
Birkaç gün sonra da beni tekrardan Sultanahmet
Hapishanesi'ne geri götürdüler. Bu arada çeşitli söylentiler ortalığa
salındı. Süleyman Cihan'ın Gayrettepe'de olduğunu duyanlar olmuş. Güya birkaç
sefer ismini söyleyerek seslenmiş ve orada olduğunu söylemiş... Eylül ayı
ortalarında da işkencede öldürüldüğü duyumu ulaştı.
Biz tutsakların, ailesi ve avukatlarının uzun
uğraşları sonucu, öldüğü kabul edildiyse de; cesedinin nerede tutulduğu
bilgisi, bir ‘devlet sırrı’ olarak gizlendi. Ailesinin ve avukatlarının çok
yoğun uğraşları sonucu, cesedinin Feriköy kimsesizler mezarlığına gömüldüğü
bilgisine ulaşıldı.
Yani, Süleyman Cihan açık kimliğiyle katlettikleri
birinin cesedini ailesine dahi vermeyip, ‘kimliği meçhul’ biriymiş gibi,
sessiz sedasız bir şekilde götürüp ‘kimsesizler Mezarlığı’na gömerek,
cinayetlerini ört bas etmeyi planlayacak kadar profesyonel cinayet şebekesiydi
bunlar.
Cesedin Feriköy kimsesizler mezarlığında olduğu
bilgisi, elbette ki önemliydi; fakat bu, cesede ulaşmak için yeterli bir bilgi
değildi.
Uzun uğraşlar sonucu, morg kayıtları üzerinden,
nihayet cesedine ulaşıldı. Ve gerçek de işte ancak ki o zaman gün yüzüne
çıkmaya başladı.
Gerek olay yeri savcı raporuna ve gerekse otopsi ve
morg kayıtlarına “Kimliği meçhul şahıs” olarak geçirilen ceset, aslında 29
Temmuz günü, bir apartmanın koridor penceresinden atlayarak öldüğü söylenen
kişiye aittir. Olay yeri savcılık tutanağı ve otopsi raporunda da; ölüm sebebi,
yüksekten düşerek ölme değildir. Bu her iki raporda da düşmeden önce zaten ölü
olduğu, çok açık ve net olarak kayda geçirilmiştir.
Ve çok daha sonra, eli kanlı katil Mehmet Ağar'ın üst
mercilere yazdığı rapora ulaşılır: “Süleyman Cihan'ın, Göztepe'de yer
gösterilmeye götürüldüğü esnada, bir anlık boşluktan yararlanarak kendisini
pencereden atarak intihar ettiği” kayda geçirilmiştir.
Oysa, İstanbul Göztepe'de yer göstermek üzere
götürüldüğü söylenen apartman dairesi ise, zaten daha önceden “örgüt evi”
olarak basılmış ve ardından da kapısı mühürlenmiş, boş bir dairedir.
“Oradan atlayarak intihar etti” diye, üst merciye
rapor yazılıyorken; ama savcılığa da, “kimliği meçhul birisi intihar etmiş”miş
gibi, işlem yaptırılıyor.
Yani özetle olan şu: Süleyman Cihan’da olduğunu var
saydıkları o bir valiz dolusu Alman Markına ulaşmak için o gece, kontrolsüz bir
şekilde, oldukça ağır işkence yapıldı ve Süleyman Cihan bunun sonucu, tabiri
caizse, ellerinde kaldı... İşte bunu paniğiyle, hemen öylesi bir senaryo
düzenlenerek, cinayet örtbas edilmek istendi. Yani burada Mehmet Ağar katili,
üstlerine dahi sahte rapor verecek kadar pervasızdır.
Çünkü aksi takdirde, Süleyman Cihan gibi çok kilit bir
ismin, konuşturulup bilgi alınmaya çalışılmadan, bir gün gibi çok kısa bir
sürede ‘devre dışı’ bırakılmış olmasının hesabını vermesi gerekecekti. İşte bu
hesabı vermemenin çıkar yolu olarak da üste sahte rapor sunmayı, bize de
Gayrettepe'ye götürüldü yalanını söylemeyi ve Gayrettepe'de olduğuna inanılması
için de; “ben buradayım” oyununun tezgahlanması tercih edilmişti.
Ama hani denir ya: “Gerçekler asla ilelebet
gizlenemez, er ya da geç ortaya çıkar.” Süleyman Cihan'ın Sansaryan Han
İşkence hanesinde 9-10 saatlik bir sürede hunharca katledilmesi ve
“kimliği meçhul” biriymiş gibi “kimsesizler mezarlığı”na gömülmesi olayı;
aslında bu devletin ve özelde de Sansaryan Han işkence hanesinin tam olarak
nasıl bir öz karaktere sahip olduğunun resmidir.
Ve elbette ki bu devletin öz karakterini çok daha
fazlasıyla ortaya koyan yüzlerce “resim” var; ama söz Sansaryan Handan
açılmışken; özel olarak onun da ‘hakkını’ vermeyi önceledik, hepsi bu.
(https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/sansaryan-han-icin-tarihi-karar-7525723/)